18.YÜZYIL AYDINLANMA - 19.YÜZYIL FELSEFESİ
17. yüzyıl göreceli olarak bir durulma/rahatlama dönemiydi. 18. yüzyıl ise yeniden hareketliliğin yaşandığı aydınlanma dönemidir.
Bu dönemde insan, kendi aklıyla dine ve bağlı kalmadan kendi hayatını aydınlatmaya çalışmıştır. Bu anlayış, aslında Rönesans’ta başlamış fakat 17. yüzyılda duraklamaya uğramış ve 18. yüzyılda bu anlayış, doruk noktasına ulaşmıştır.
Aydınlanma ile insan, kendi aklı ile düştüğü bu durumdan yine kendi aklı ile kurtulacaktır. Aydınlanma felsefesi, metafizik/soyut konularla şiddetle savaşır. Bu dönemde; akla aşırı bir güven beslenerek, geleneklerden ve dinden kurtulup insanın kendi kaderini yine kendisinin belirleyeceğine inanılır. Akla beslenen aşırı güvenle devlet, toplum, din ve eğitim yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır.
Kısaca özelliklerini belirtmek gerekirse
a) Akla aşırı bir güven duyulur. Bu nedenle tüm kurumlar, aklın eleştirisinden geçirilir.
b) Akla duyulan güven, otoritelere karşı savaşımı gerekli kılmıştır.
c) Doğa bilimlerinin yanında insan bilimlerine de önem verilir.
d) Laik bir dünya görüşü benimsenir.
e) Deneye ve gözleme önem verilmiştir. İnsan, merkeze alınmıştır. Hümanizm, bu dönemde yoğun bir şekilde egemen felsefe türüdür.
JOHN LOCKE(1632-1704):
Locke’a göre; insanın doğuştan getirdiği bilgiler, idealar, düşünceler yoktur. Bilginin tek kaynağı; duyumlarımız (algılarımız) yahut deneyimlerimizdir. Bu anlayışı ile İngiltere’de Empirizm’in yerleşmesini sağlayacaktır. Locke göre, insan aklı doğuştan üzerine yazılmayı bekleyen “boş bir levhadır (Tabula Rasa).” Akla yazılanlar, yerleşenler hep doğduktan sonra, duyuların sağladığı deneyimlerle birlikte var olurlar.
GEORGE BERKELEY(1685-1753):
Berkeley, Locke’un düşüncelerini daha da ileriye götürmek istemiştir. Berkeley’e göre, bilincimizin dışında bağımsız bir varlığı kabul etmek bir çelişkidir. Çünkü kabul edildiği takdirde; objelerin tasarlanmadan, düşünülmeden de var olduklarını ileri sürmek, demektir. Dışarıdaki objelerin var oluşunu ne kadar uğraşırsak uğraşalım, incelediğimiz hep kendi idelerimizdir/fikirlerimizdir. Bundan dolayı varlık, algılamadır. Gerçek olan, algılardır. Algılanan şey, var olan şeydir. Dış dünyada var diye saydığımız şeyler tasarımların ürünüdür. Varlık duyumsanandan yahut algılanandan başka bir şey değildir.
DAVID HUME (1711-1776):
Locke ve Berkeley gibi Hume de bilginin deneyden/ deneyimden kaynaklandığını ve duyularla algılama sonucunda elde edildiğini savunur. Algılamayı ikiye ayırır: 1)İzlenimler, 2)Düşünceler. İzlenimler; doğrudan doğruya duyularımızın getirdikleridir, duyumsamalarımızdır (Sevgi, nefret, acı, istek). Düşünceler ise izlenimlerin bilince yerleşen anıları veya kopyalarıdır. Birinci aşama geçilmeden ikinci aşamaya geçilmez. İzlenimler olmadan, akılda ideler oluşmaz. İnsan izlenimlerden bahsederken duyu ve duygulanımları anlar. İdeler ise hatırlama ve hayal gücü unsurlarıdır
I.KANT(1724-1804):
Kant’ın felsefesi ikiye ayrılır: “Kritik öncesi ve kritik sonrası.” Felsefesine, bilgi konusunun incelenmesi ve eleştirilmesiyle başlar. Bu nedenle Kant’ın felsefesine eleştirici (kritik felsefe – kritisizm) felsefe denir. Kant, yalnız başına deneyin ve aklın bilgi edinmede yetersiz olduğunu söyler. Kendinden önceki rasyonalistleri ve empiristleri (David Hume hariç) eleştirmiştir. Çünkü bilgilerimiz 2 ayrı kaynaktan doğar. Suje ve obje. Suje bilgi edinen, obje ise bilgi edinilendir. Yani obje ham madde, suje ham maddeyi işleyendir. Öyleyse dış dünya olmasaydı, bilginin hammaddesi olmayacaktı. Akıl olmasaydı, dış dünyaya ait tüm algılarımız bilgi halini almayacaktı. Kant’a göre bilgi deneyle başlar. Ama deneyden doğmaz.
Kant’a göre 2 tür bilgi vardır:
19.YÜZYIL FELSEFESİ VE TEMEL ÖZELLİKLERİ:
19. yüzyılın en belirgin özelliği; SİYASİ İDEOLOJİLER çağı olmasıdır.
Bu duruma; Fransız devriminin beklenen sonuçları vermemesi, endüstrinin gelişmesiyle oluşan ekonomik dengesizlikler, haksızlıklar, zulümler, çelişkiler ve çatışmalar sebep olmuştur.
18. yüzyılda sadece dine, geleneğe baş kaldırma olmamış; aynı zamanda siyasi otoriteye de baş kaldırma gerçekleştirilerek devletin gücünü azaltıp bireyin gücünü arttırmak amaçlanmıştır. Bu nedenle 18. yüzyılda LİBERALİZM ortaya çıkmış fakat istenen eşitlik, özgürlük, adalet kesinlikle sağlanamamış hatta tam tersi eşitsizlikler ve haksızlıklar tam anlamıyla daha yaygın hale gelmiştir. Bu nedenle liberalizme tepki olarak 19. yüzyılda SOSYALİZM ortaya çıkmış ve eşitlik kavramına önem verilmiştir. Bu nedenle 19. yüzyılı biz “Liberalizm ile Sosyalizm”in çekiştiği ideolojiler çağı olarak görebiliriz.
1) İDEALİZM (Fichte – Hegel):
İdealizm’in kurucusu Platon’dur. İdealizm, düşünceyi esas alır. Felsefi problemleri düşünceyle açıklarlar. Metafiziğe/soyutluğa yer verirler. Empirizm ve Pozitivizm’e yani deneycilik ile olguculuğa karşıdır. Gerçek varlıklar; idealardır. Hegel’e göre akıl dışında herhangi bir bilgi edinme yetisi yoktur. Duyu organlarıyla algılananlar gerçek varlıklar değildir. İdealizm’in 19. yüzyıldaki önemli temsilcileri: Fichte ve Hegel’dir.
2) POZİTİVİZM (Auguste Comte):
Çıkış noktası Kant’ın “Metafizik, bilim olamaz” düşüncesidir. Buna bağlı olarak Comte, felsefenin metafiziği bırakıp olgulara dayanmasını savunur. Felsefenin alanı, gözlenebilen ve ölçülebilen somut varlıklarla sınırlıdır. Deneye ve gözleme dayanan gerçekleri kabul eder, metafiziği tamamen reddeder. Her şeyi maddesel olarak görür. Pozitivizm, bilimlerin gelişmesiyle beraber ortaya çıkmıştır. Kurucusu: Auguste Comte’dur.
3)KARL MARX (1818 – 1883) ve DİYALEKTİK MATERYALİZM:
Karl Marx’ın diyalektik materyalizmi, tarihin ekonomik yorumuna dayanır. Onun bu yorumuna determinizm (sebep-sonuç ilişkisi) denir. Marx’ın determinizmi maddecidir, metafiziği kabul etmez. Bu yorumunda, tarihin seyrini belirleyen ekonomik olaylar, değişimler ve dönüşümler
4) NİETZSCHE (1844 – 1900) ve NİHİLİZM:
Nietzsche felsefesi; kendi çağına egemen olan tarih anlayışına ve bütün değerlere karşı bir çıkışı ifade eder. Onun amacı; bütün insanlığı kurtarmak, insanları akılcı uygarlıktan uzaklaştırıp kendisinin ne olduğu üzerinde düşündürmektir olduğunu söyler.